YILMAZ ATEŞ
Günümüzde demokratik dünyanın en belirgin kaygılarından biri demokrasinin geleceğidir. Yapılan incelemelerde demokrasilerin darbeci generallerin elinde değil, seçilmiş otokratların elinde öldüğünü göstermektedir.
Amerikalı iki yazarın (Steven Levistky, Danel Zıpblati) kaleme aldığı ve Salon Yayınlarının Türkçeye kazandırdığı Demokrasiler Nasıl Ölür? Kitabı, dünyanın dört bir yanında “seçilmiş diktatörler” elinde demokrasilerin nasıl öldürüldüğünün örnekleriyle doludur. “Demokrasinin kapı bekçileri” olarak tanımlanan siyasi partilerin organlarını, özellikle yazılı olmayan demokratik kuralları işletmeleri halinde yönetime gelenin diktatörleşemeyeceği tezini öne sürmektedirler.
Girdiğimiz seçim sürecinde siyasi partilerimizin içlerinde demokrasiyi nasıl işlettiklerine bakmayı yararlı gördüm. Demokrasiyi üyelerine layık görmeyen bir partinin, iktidar olduğunda vatandaşlarına demokrasiyi yaşatacağı görülmüş şey değildir. Demokrasinin erozyonu genelde parça parça ve bebek adımları ile ilerler. Her adım tek başına ufak görünür; tek olarak ele alındıklarında demokrasiyi tehdit ediyormuş gibi görünmezler. Tıpkı 12 Eylül’den sonra kurulan siyasi partilerin ülkemizde yaklaşık 100 yılda oluşan demokratik siyasi gelenekleri adım adım ortadan kaldırdıkları gibi.
Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünde en büyük engel olarak görülen 12 Eylül darbe anayasasında, günümüze kadar 19 defada 184 değişiklik yapıldı. Fakat nitelikli çoğunluk aranmamasına rağmen siyasi partiler ve seçim yasalarını demokratikleştirecek tek bir değişiklik yapılmadığı gibi uygulama daha da anti demokratikleştirilmiştir. Bu gün parlamentoda grubu olan siyasi partiler, yasal engel olmamasına rağmen bir tek milletvekilini, belediye başkanını önseçimle belirlememiştir.
Seçimlere “güçlendirilmiş parlamenter sistem” şiarıyla gireceği görülen millet irtifakını oluşturan siyasi partiler, parti içi demokrasiyi ağızlarına almadıkları gibi yazılı materyallerinde de tek satırla yer vermemektedirler.
Şairin “bütün renkler kirlendi ama beyaz daha çok kirlendi” dediği gibi ülkenin ve demokrasinin kurucu partisi Cumhuriyet Halk Partisi’nde demokrasinin kökü kazındı.
Önseçimler yapılmadığı gibi, kurultay iradesi tanınmıyor. Kurultayın seçmediği kişiler “danışman” adı altında genel başkan yardımcılıklarını sürdürüyor. Atamayla getirilen milletvekillerinin elinden grup başkan vekillerini seçme hakkı alındı. İlçe ve illerde dahi ikinci bir adayın çıkması engellendi. Nadiren de olsa genel merkeze rağmen seçilen örgütler görevden alınıyor, atanan kayyumlar 45 günde seçim yapması gerekirken kalıcı hale getiriliyor. Küçük kurultay tüzükten çıkarıldı, danışma kurulları yapılmıyor. Yenik olarak çıkılan her seçimin kırkı çıkmadan erken seçim isteniyor ama partinin yasa gereği iki yılda yapılması gereken kurultayı yapılmıyor. Eleştiri ve öz eleştiri mekanizmasını işleten muhalif üyeler ihraç ediliyor, yayını beğenilmeyen basın cezalandırılıyor. Bu adımlar hep tek tek atıldı ve genel başkan otokrat yönetimini böyle kurdu. Üyeler, örgütler, Kurultay, Parti Meclisi, Merkez Yönetim Kurulu, TBMM grubu böyle devre dışı bırakıldı, program ve tüzük böyle çiğneniyor.
Adı geçen kitapta bu konu şöyle değerlendiriliyor: “Diktatörleri demokratik liderlerden ayıran şey onların eleştiriye karşı geldikleri hoşgörüsüzlük ve onları eleştiren muhalefeti, basını ya da halkı cezalandırmalarıdır.”
Güçlü demokrasilerde, liderlerin aday seçim sürecine olan etkisi azaltılıp, bu güç seçmenlere açılıyor. Çünkü demokraside egemenlik halktadır, otokraside tek kişidedir.
Peki bizde nasıl? 600 milletvekilini, binlerce belediye başkanını seçen liderlerin üçü ve yedisi birer aday belirleyecek, 60 milyon seçmen de oy verecek. Üç veya 7 kişinin seçtiği kişi Türkiye’nin yürütme organı ve Cumhurbaşkanı olacak, 85 milyonu yönetecek, adı da demokratik seçim olacak.
Evet, parti içi demokrasi olmadan, demokratik seçim olmaz, demokratik gelenekler yaşatılmadan diktatörler engellenemez.