Değerli tarım uzmanımız Ali Ekber Yıldırım soruyor: “Cumhurbaşkanı çiftçiye üç ‘müjde’ verdi: Tarımsal sulama tesisleri tamamlanacak. Güneş enerjisi için çiftçilere destek verilecek. Hazine destekli kredilerin üst limiti yükseltilecek. Ayrıca bazı ürünlere ek girdi desteği sağlanacakmış. Bu müjdelerle tarımsal üretim artırılabilir mi?” Yanıtlıyorum, artırılamaz, çünkü hataların en vahimi yapıldı: Türk tarımı dışlandı, akıl almaz politikalarla kaderine terk edildi, neredeyse çökme noktasına getirildi. Canlandırılması, eski durumuna getirilmesi çok zor; büyük çabalar, uzun yıllar gerektirir.
Peki, ne oldu da tarımımız bu hale geldi? Daha önce birçok yazımda sebeplerini açıkladım. Bu yazımda bir kez daha özet olarak tekrarlamakta fayda görüyorum.
● TBMM Küresel İklim Değişikliği Araştırma Komisyonu’na göre 2001 yılında 26,4 milyon hektar olan tarım alanımız 2020 yılında 23,1 milyon hektara geriledi. 2011 yılında Türkiye’de, 68 milyar dolar olarak gerçekleşen tarımsal hasıla 47 milyar dolara düşmüş bulunuyor. Çiftçi sayısı ise son 12 yılda yarı yarıya azaldı.
Başka neler oluyor? Her yıl tonlarca toprağımız erozyonla denizlere taşınıyor. İnşaat yapmak ve yeni tarım alanları elde etmek için, mera ve doğal orman alanlarımız barbarca yok ediliyor. Meralardaki azalma korkunç ölçülerde. Ormanlarımız da aynı durumda. Hükümetler çitçileri yabancı tohuma mahkûm etmiş bulunuyor. Tarım alanlarımız, göz göre göre yok oluyor! Üretim yetersiz, çiftçilerimiz tarlalarını terk ediyor.
Peki, bu neden böyle? İki sebebi var.
1) Hayat gerçeklerle düzenlenir. Hayatına dünya gerçekleriyle düzen vermeyi başaramayan toplumların başı beladan kurtulmaz. Gerçekler ancak dünya ile ilgilenerek, onu ciddiye alarak, bilimsel yöntemle, gözlem ve muhakeme yaparak bulunur. Türkiye artık güçlü ve güvenilir bir ekonomiye sahip değil. Bunun birinci sebebi; Atatürk’ün “Hayatta en hakikî mürşit bilimdir” ilkesine rağmen, bilimleri bugünümüzü ve geleceğimizi belirleyen bir konuma oturtmamış olmamızdır. Bilimsel anlayış siyasette ve yönetimde belirleyici değildir; hâlâ çağdışı-hurafeci zihniyet belirleyicidir. Kamunun değil, kişi ve sınıf çıkarları öndedir. Bu yüzdendir ki, her yıl her alanda, ekonomide, tarımda yanlışlar yapıyor, büyük kayıplara uğruyoruz.
●Verimli tarım arazileri doğanın en değerli armağanlarından biridir bir topluma. Öyledir ama, biz bu gerçeği hakkıyla takdir edebiliyor muyuz? Hayır, tam tersine, o paha biçilmez alanları üç beş rantçı daha da zenginleşsin diye kazıyor, delik deşik ediyor, betonlaştırıyoruz. Dahası bu rezilliği, bu akılsızlığı yapanlar karşısında başta seçilmişler, sessiz kalıyor, yapılana göz yumuyor, tepki bile göstermiyoruz.
Türkiye tarım arazilerini yıllardır kaybediyor. Alternatif marjinal tarım arazileri olmasına rağmen, geniş ve verimli tarım arazileri tarım dışı amaçlarla, şehirleşme, sanayi tesisleri, turizm, madencilik amacıyla kullanılıyor. En verimli tarım arazileri bile imara açılıyor! Yerleşime tahsis edilebilecek kıraç alanlar olmasına rağmen verimli arazilerin tarım dışı kullanıma açılması büyük israftır. Kayıp bununla bitmiyor: Yeterli gelir sağlayamayan çiftçi, toprağı ekmekten vazgeçiyor; tarlasını satıyor, kentlere göç ediyor.
● Evet, bu yapılanlar bireyler ve şirketler açısından kârlı işler, vahşi kapitalizmin mantığına uygun işler... Ancak toplum açısından korkunç birer kayıp, aynı zamanda birer doğa cinayetidir. Üç beş kişi veya oligark kolayından para kazanıyor, zenginleşiyor; ancak toplum olarak kat kat fazla zararlara uğruyoruz, yoksullaşıyoruz; yerine konulamaz şekilde en değerli kaynaklarımızı, tarım alanlarımızı kaybediyoruz.
2) Gerçekte Türkiye tarımsal kapasitesi çok büyük olan bir ülkedir. 1990’lı yıllara kadar tarımda kendine yeterli 7 ülkeden biriydi. Bugünse tam tersi bir konumda. Birçok tarımsal ürünü, hatta en zorunlu olanları ithalat yoluyla sağlıyoruz.
Peki, neden bu hale geldik? Şimdi, ikinci sebebi açıklıyorum.
Emperyalist Batı (İngiltere, ABD, Fransa…) Savaş sonrası dönemde Avrupa tarım ve hayvancılık sektörlerine büyük yatırımlar yapmış, kendine şu hedefi çizmişti: Tarımda kendi kendine yeterli duruma gelmek… 1970’li yıllarda bu hedefine ulaştı. Dahası ürün fazlaları vermeye başladı. Bu fazlaların eritilmesi gerekiyordu.
Peki, nasıl, ne yapılmalıydı?
Diğer ülkelerin tarımsal üretim kapasiteleri zayıflatılacak, çökertilecekti! Eğer bunu başarırlarsa, o ülkeler; sanayi ürünlerine ek olarak, ihtiyaç duydukları tarımsal ürünleri de zorunlu olarak Batı’dan satın alacaklardı. Türkiye 70 milyona yaklaşan nüfusu ile, yeni tarımsal ürün ihracat pazarları peşindeki Batı’ya iştah açıcı bir ülke olarak görünüyordu. Elverişli politikalar yoluyla, diğer az gelişmiş ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de -iç bedhahlarla (düşmanlarla) işbirliği yaparak- tarım sektörünü çökertmeye, tarımsal kapasite ve potansiyeli yok etmeye koyuldular. Hükümetlerimiz -bilerek veya bilmeyerek- bu hain dayatmaya boyun eğdi. Yapılan korkunç hatânın sonucu ise ancak bu son yıllarda fark ediliyor!
* * *
Kaynaklarını akıllıca kullanmayan toplum, hatâsının bedelini ağır öder.
Her kaynak topluma en fazla fayda sağlayacağı, en gerekli alana tahsis edilmelidir. Doğada her şey birbirine bağlıdır. Bir alanda yaptığımız hata, zincirleme olarak bütün diğerlerini de etkiler. Onun içindir ki devlet yönetimi akıllı, bilgili, sosyal ahlaklı adamlar ister. Ne ormanlar, ne sulak alanlar, ne tarım arazileri Türkiye’de cahil yöneticilerin aldıkları yanlış kararlar yüzünden yok olup gitti, bugün de, şu anda bile gidiyor!
Türkiye’de uygulanan rejim gerçek demokrasi değildir. Öyledir diyerek, sanal bir Türkiye yaratılıp, ülkenin yönetimi ve yazgısı; ‘bilim-engelli’ şahıslara, sosyal ahlak yoksunlarına, işbirlikçilere teslim edilirse, olacağı işte budur.
Bu gidişle, kurtuluş da yoktur.